“… Artık su geçiren oje ve abdeste mani olmayan dudak boyalarımız var. Helal likör, bira, şarap ve şampanyalarımız da var. Yakında rakı, votka da çıkar…” (Abdurrahman Dilipak)
Kare prizma şeklinde kapısız geniş bir salon… Salonun turkuaz rengi duvarlarını Osman Akyol’un, dekupe edilmiş gençlik resimleri üzerine yazılmış, İlahi Adalet Komünizm kitabından alınmış özlü sözleri süslüyor.
“Evrendeki düzen, plan ve amaç bizi, onu tasarlayan zeki bir varlığa, yani Tanrı’ya götürmektedir. Nasıl ki, bir sanat eseri sanatçısını gösterirse, evren de Tanrı’yı işaret eder.”
“Doğada gözlemlediğimiz bazı hadiseler bize, Tanrı’nın “sosyal adaletsiz” değil, aksine “sosyalist” olabileceğini işaret ediyor. Portakalı düşünün… Adil bir paylaşım için dilimlenmiş halde biz insanları beklemiyor mu?”
“Öldüğümüzde, sahip olduğumuzu zannettiğimiz bütün malı mülkü geride bırakıp gitmiyor muyuz? Yanımızda götüremediğimize göre, demek ki sahip olduğumuzu zannettiğimiz şeylerin asıl sahipleri değilmişiz, birer kiracıymışız. Madem kiracıyız o halde özel mülkiyetten söz edilemez.”
“Namaz ve oruç gibi şekli ibadetleri reddediyoruz. Temel ibadetler; “barışsever ve özgürlükçü olmak”, “çalışmak”, “dua etmek” ve “erdemli olmak” tır.”
“Sosyalist Tanrı, elbette mutlak adaletinin gereği olarak, öteki dünyada bir ödül-ceza mekanizması olan cennet ve cehennem tesis etmiş olabilir. Ancak mizan terazisinde asıl tartılacak olan en büyük günah, sömürüdür. Ardından belki yalan söylemek, ikiyüzlülük, çevreyi kirletmek, ilkesizlik, haksız yere adam öldürmek, şiddet ve terörü çözüm yöntemi olarak görmek, rüşvet alıp/vermek, dolandırıcılık, sahtekârlık, hırsızlık, adam kayırmak, görevi kötüye kullanmak, iftira atmak, mobbing uygulamak, tecavüz etmek, haksızlığa boyun eğmek, nankörlük, tembellik, savurganlık, bencillik, saygısızlık, duyarsızlık, dedikodu yapmak ve arabozuculuk sayılabilir.”
Kapısız kapının tam karşısında en dipte, önünde rahle, kat kat göbeğiyle, orta yaşlı bir kadın bağdaş kurmuş oturuyor. Kocaman gamzeleri ve tatlı bir yüzü var. Üzerindeki kıyafet ve vücudundaki takılar yaşadığı dönem hakkında ipucu vermiyor. Arkasındaki duvarda büyük harflerle, “İlahi Adalet Komünizm!” yazıyor. Kendisinden biraz uzakta köşede çapraz duran ayaklı poster panoda yer alan süslü afişte ise kim olduğu, titri ve yapacağı sohbetin konusu yazıyor: “Muazzez İlmiye Çığ”, “Son Sümer Kraliçesi”, “Kâbe Allah’ın Evi Değildir”…
Müritleri, kadınlı erkekli, önünde halka oluşturmuş, birazdan başlayacak haftalık olağan Perşembe sohbet toplantısını dinlemeye hazırlanıyorlardı. Özenle hazırlanan sade Türk kahvesini yudumlarken arada burnunun üzerine kayan gözlüklerinin üzerinden müritlerini tarıyor şahin gözleriyle.
Yeni gelenler halkaya eklenip karşısında yere diz çöküyorlar. Salonda kokulu mum ya da tütsü benzeri ferahlatıcı, hoş egzotik bir koku var.
Hazırlıklara bakılırsa uzun bir toplantı olacak…
“Sayın abonemiz; İSKİ Dijital Fatura uygulamasıyla faturalarınızı kâğıt yerine SMS ya da e-posta yoluyla alabilir, bu sayede kâğıt tüketimi, su kullanımı ve karbon salınımını azaltabilirsiniz! Siz de Dijital Fatura uygulamasına ücretsiz bir şekilde geçmek isterseniz https://hizmetler.iski.gov.tr/digital-fatura-talep linkinden kolayca başvuru yapabilirsiniz.”
“Aziz kardeşlerim,
Bugünkü sohbetimizin mevzuu Kâbe… Kâbe Allah'ın evi değildir. Allah kişi değildir ki, evi olsun. O ev Hz. İbrahim'in Hacer ile ondan doğan oğlu İsmail için yaptığı evdir. Hiçbir kutsallığı yoktur.
Peki, Hacer kimdir?”
Sohbet sürerken müritler gelmeye devam ediyordu. Yeni gelenlerle birlikte Muazzez’in karşısındaki halka, yavaş yavaş yarımay şeklini almaya başlamıştı. Muazzez bir süre sustu, bir soru sormuştu ve cevabını bekliyordu…
“Kuran’da ismi geçen Mısırlı bir kadındır. Çocuğu olmayan Sare tarafından Hz. İbrahim’e sunulduğunda henüz genç yaştaydı, İsmail’i doğurdu... Arapların devamı buradan gelir...
Hacer İslam kaynaklarına göre, Mısır firavunlarından Senan bin Ulvan’ın Hz. İbrahim’in karısı Sare’ye hediye ettiği bir köledir...
Hz. İbrahim, çocuğu olmayan Sare’nin izniyle Hacer’le evlenir... Sare’nin yıllar sonra Hz. İbrahim’den İshak adında bir çocuğu olur... Yahudilerin devamı buradan gelir...
Peki, Hz. İbrahim kimdir?”
Görevliler bu arada çay, kurabiye servisine başlamışlardı gelen müritlere. Müritlerden biri, biraz kararsız, el kaldırdı soruyu yanıtlamak için. Muazzez, gözünü müritlerden ayırmadan, yanına gelen görevliden çayını, kurabiyesini aldı, başıyla izin verdi el kaldıran müridine.
“Kürt’tür…”
Mürit konuşurken elindeki kâğıtları karıştıran Muazzez, ani bir hareketle kâğıtları dik bir biçimde masaya vurarak düzeltti ve cevabı yine kendisi verdi:
“Arami’dir... Mezopotamya’da, Sümer topraklarında, Ur şehrinde doğmuştur... Şimdiki Irak... Babasının adı Târah… Putperestti. O dönemde henüz Müslümanlık yok. Peki, herkesin ona tapmasını istediği putunun adı neydi?”
Ablak suratlı, kel kafalı bir mürit höpürdeterek bir yudumda yarıladığı çay bardağını dizinin dibine koyup söz almak için el kaldırdı ve izin gelmesini beklemeden cevap verdi.
“Güneş Tanrısı Ra…”
Gözlüklerinin üzerinden konuşan kişiye bakan Muazzez, kayan gözlüğüne önden orta parmağıyla bastırıp yerine oturttuktan sonra yine cevabı kendisi verdi.
“El-İlah (Allah)… Peki, erkeklerde sünneti çıkaran kimdi?”
Karşılıklı soru-cevap şeklinde ilerleyen sohbet, çoğu çocuk yaştaki bilmiş erkek müritlerin hoşuna gitmişti. Düşük bel pantolon giymiş, kıç çatalı görünen, hafif kilolu bir erkek mürit, dizlerinin üzerinde yarı doğrulup, kendinden oldukça emin el kaldırdı. Tuzlu kurabiyesinden büyük bir ısırık alıp üzerine çayını içerken eliyle izin verdi Muazzez.
“Buyurun…”
“Hz. Muhammed…”
Yanlış da olsa cevap ilginçti… Gülümsedi Muazzez.
“Hz. İbrahim… Peki, sünnet olmayan kişi kimdi? Yine Hz. İbrahim… Peki, sünnet ne anlama gelir? Ben de İbrahim’in putuna inanıyorum, demektir. Peki, biz kimiz?”
Müritlerden birkaçı koro halinde cevap verdi.
“Türk…”
“Hani namaza dururken ‘döndüm kıbleye’ diyorsunuz ya, işte o aslında, ‘döndüm Kibele’ye demektir... Gerçi namaz da İslamiyet’ten bin yıllar önce pagan (putperest) dinlerinde yapılan bir tür tapınma ayinidir de o konuya hiç girmeyeceğim şimdilik... Kibele ise Friglerin bereket tanrısının adıdır...
Cennetten gelmiş diye ağlayarak kafanızı içine soktuğunuz, Hacerül Esved isimli taş da, Kibele'nin vajinasını (doğurganlığı) temsil eder... Şekline bakarsanız anlamanız zor olmayacaktır...”
Sohbetin vajina muhabbetine dönmesi özellikle erkek müritlerin çok hoşuna gitmişti. Utanmayla karışık aralarında gülüşmeye başladılar. Muazzez yarattığı ilgiden memnundu. Bir süre, müdahale etmeden, uğultunun kendiliğinden kesilmesini bekledi. Daha sonra öksürerek sesini temizledi ve tok bir sesle konuşmasına devam etti.
“Sonra cehennem diye bir yerin varlığına inanıyorsun... Yok öyle bir şey... Senin cehennem dediğin şey, bugünkü İsrail topraklarında bulunan ve tabanından petrol ve metan gazları çıktığı için sürekli yanan Ge-Hinnom (Ce Hinnom) isimli vadinin adıdır ve ‘azap verici yer’ anlamına gelir... Sümerler döneminde ağır suçluları oraya atıp yakarlarmış... Sonra bu vadinin ismi Sümerlerden Tevrat’a oradan da senin inandığın kitaba kopyalanmış. Zaten inandığınız dinin tamamı Sümer, Mısır ve Yunan mitolojilerinden kopyalanmış... Azıcık okusanız, merak etseniz anlayacaksınız ama işte…”
“Zerdüştlüğün ‘kutsal bakire’ (Hz. Meryem) ve ‘su üzerinde yürüme’ motifleri Hristiyanlık içerisinde yer alan öyküler ile az da olsa benzerlik gösterir; miraca çıkma, tanrı ile yüz yüze görüşme (Zerdüşt-Tanrı Ahura Mazda görüşmesi), ölmeden cennet ve cehennemi görme, Kansava gölü (Kevser) ve Çinvat (Sırat) köprüsü motifleri İslamiyet tarafından da benimsenmiştir. Zerdüştlük inancına göre bütün insanlar bakire bir kız ve köpek eşliğinde eğlenceli, şarkılı türkülü bir yer olan cennete gideceklerdir. Ancak günahkârların cehennemde üç gün kalarak temizlenmeleri gerekecektir.” (Vikipedi)
İçerinin havasız olduğunu fark eden Muazzez, camı açması için, cam kenarındaki müride eliyle işaret etti. Mürit kalkıp pencere koluna bastırıp yukarı doğru çevirdi. Tam kolu kendine doğru çekerken kolun bir parçası elinde kaldı. Camın açılmadığını gören birkaç mürit daha ayağa kalkıp yardıma koştular.
Camın açılması için bir süre konuşmasına ara veren Muazzez, önündeki kâğıtlara göz atıp, toparlandı ve gözleri, zorlayınca, iki kanadı birden açılan pencerede; savrulan kar uluyan rüzgâra karşı, konuşmasına kaldığı yerden devam etti.
“Neyse… Bir de Allah var tabi… İslamiyet öncesi Arapların çok tanrılı dinlerindeki en kudretli tanrısı olan El-İlah… Nam-ı diğer ay tanrısı... Yani bugün senin Allah diye inandığın şey aslında ay tanrısı El-İlah’tan başkası değil...”
Anlatılanları sessiz ve tepkisiz dinlemeyi sürdüren müritler duydukları korkunç gerçekler karşısında hiç de şaşırmışa benzemiyorlardı.
“Hani şu minarelerin tepesindeki ay var ya... Hah işte o, ay tanrısını temsil eder... Hz. Muhammed çok tanrılı dinlere son verdi ve Kâbe’deki en kudretli put olan El-İlah’ı tek tanrı olarak kabul ettirdi yaşadığı topluma... Allah diye bir yaratıcının olduğu Hz. Muhammed’e ayetlerle bildirilen yeni bir durum olsaydı babasının adı ‘Abdullah’ olmazdı...
Aynı şeyi zamanında, Mısır firavunu, Akhenaton (Akineton) da yapmak istedi... Çok tanrılı dinleri ve firavunların kutsiyetini yok etmeye kalkıştı ama sarayın ileri gelen rahipleri ve yobaz halkı tarafından linç edildi maalesef... Tüm firavunların ihtişamlı mezarları varken, Akhenaton’un mezarı dahi yoktur...
Ha bir de Yahudilerden nefret ediyorsunuz ya, kullandığınız isimler bile onların isimleri… Josef (Cozıf), Yusuf; Jackop (Cekıp), Yakup; Abraham (Abraham), İbrahim; Tothmoses (Totmoses), Musa; Elyesa (Elyesa), İlyas… Liste uzar gider...
Ne Arap, ne de Yahudi soyuyla hiçbir ilgimiz yoktur... Peki, neden onların efsanelerine uyup ritüellerini yapıyoruz?”
Bu sözler üzerine müritler arasında bir dalgalanma oldu. Yeşil renk Deniz Gezmiş parkası giymiş, kıvırcık ve kabarık saçlı bir kadın mürit dizlerinin üzerinde doğrulup sol yumruğunu havaya kaldırdı, metal kordonlu saati kolunda ışıldarken, “Tür-ki-ye La-ik-tir, La-ik Ka-la-cak!” diye slogan attı. Peşinden diğerleri de aynı sloganı üç kez tekrarladı.
“Kahrolsun Şeriat!”
“Hak Hukuk İlahi Adalet!”
Muazzez, gördükleri karşısında ağlamaklı olmuştu. Bu kadarını beklemiyordu. Gözlüklerini çıkarıp masaya koydu, yumruk haline getirdiği sol eliyle ıslak gözlerini ovuşturdu.
“Bir Arap ile Yahudi inancı ki Cumhuriyetimizi batırıyor. Biz hâlâ gerçekleri göremiyoruz. Yerin dibine batsın bu kör cehalet!
Bir dinin ayakta kalabilmesi, onun ekonomik olarak da güçlü olmasına bağlıdır. Çorak bir arazide olan Mekke’nin gelir kaynağı da, kutsal olan Kâbe’nin tavaf edilmek için dünyanın her yerinden gelen Müslümanların ziyaretiyle sağlanıyor...”
“… Eskiden Hac ve umreden dönenlerin evlerinde tebrik ziyaretleri olur, gelenlere tespih ve seccade gibi şeyler hediye edilirdi şimdi After Umre Party’si var. Umreden Sonra Partisi…” (Abdurrahman Dilipak)
“Velhasıl, bir şeye inanıyorsun ama neye inandığını bile bilmiyorsun. Merak edip araştıranlar da fikrini söylediği zaman kuduz gibi saldırıyorsun. Çünkü verecek mantıklı bir cevabın yok. Sen, gerçekler yerine bağnazlığı tercih ediyorsun.
İnancın başkalarının haklarına, özgürlüklerine ve yaşamına müdahale ediyor. İşte sorun da burada başlıyor. Yoksa kimse senin dinine, inancına düşman falan değil. Neye inanırsan inan, nasıl ibadet edersen et, bizi ilgilendirmez. Yeter ki inancını başkalarına dayatma. Kendin gibi düşünmeyenlerin fikirlerine ve yaşamlarına saygı duy… İyi ve ahlaklı bir insan olmanın senin inandığın din ile kitap ile bir ilgisinin olmadığını idrak et.
Unutma, sahip olduğun din, yaşadığın topluma zarar vermediği sürece, saygıyı hak eder...”
“… Din deyince insanlar genellikle hem parasını, hem kişiliğini her şeyini ortaya koyabiliyor. Üniversite okumuş insanlardan görece daha böyle az eğitimli genel kültürü düşük insanlara kadar bu böyle…”
“… Ben de buraya yazdım unutmamak adına…”
Osman Akyol
14 Eylül 2023, İstanbul